29 Temmuz 2012 Pazar

Hayallerin gerçek olduğu yer, Hatay.....



Karayolu ile Adana’ya gittikten sonra bindiğim uçakta yıllar yılı Hatay’a gitmeyi neden bu kadar istediğimin cevabını bulduğum için mutluydum.  Gerçektende… Hatay benim dünya üzerinde gitmek istediğim yegâne 2 yerden biriydi. İş için gitmiş olsam ve dolayısıyla çok gezmiş olamasam da gördüklerim ve yediklerim Hatay’a hayran kalmam için yeterliydi.
Hatay’ın nefis yemeklerine geçmeden önce Hatay hakkında kısa bir bilgi vermek gerek diye düşünüyorum. –Ki böylece Hatay mutfağının neden bu kadar çeşitli, zengin ve güzel olduğu hakkında bir fikir edinebilin.
Antakya Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri. Antakya’nın bu kadar fazla kültürü bünyesinde barındırmasının nedeni tarih boyunca çok fazla göç alması, iklim koşullarının iyi olması ve verimli topraklara sahip olması. Ayrıca Antakya Anadolu’yu Suriye ve Filistin’e bağlayan yolların kavşak noktasında.
Hatay adının nasıl konulduğuna baktığımızda ise buna ilişkin ilk bilgiler İÖ 1200’le başlayan Genç Hitit prenslikleri dönemine işaret etmektedir. Bu dönemde, Amik Ovası'ndaki Hitit Prenslikleri’nin birleşerek Hattena Krallığı adını almışlardır. Hatay adının da buradan geldiği tahmin edilmektedir.   1936’da Atatürk bölgeye Hatay adını vermiştir. 
Hatay ilinin merkezinin adı olan Antakya’nın ise İ.Ö. yy sonunda Antiokheia adıyla Slökidler’ce kurulduğu, Araplar’ın bu kentle Antekiye adını verdikleri bilinmektedir.
Tarih boyunca çeşitli dinlerin, inançların bir arada yaşadığı Hatay bugün hala bu özelliğini korumakta, İslam, Hıristiyanlık ve Musevi inançları iç içe yaşamaktadır. İnanç farklılıkları Hatay' da hiçbir zaman problem olmamış aksine bu farklılıklar kültürel bir zenginlik olarak kabul edilmiştir.
Bu kadar zengin bir kültüre sahip olan bir yerin tahmin edersiniz ki çok fazla gezilecek yerleri vardır. Hatay’ı gezmek için en azından 10 gün ayırmak gerek bence. Sadece merkezde değil çevresinde de gezilecek çok fazla yer var. Ben ne yazık ki sadece merkezde ki birkaç yeri ve Samandağ ilçesine gidebildim. Samandağ’da ise sadece Titus tünelini gezebildim. Hatay’ın merkezi Antakya’da ve çevresinde muhakkak görmeniz gereken yerlerle ilgili tavsiyem ise şöyledir;
Hatay hristiyanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir ve dört büyük patriklik merkezinden biridir. Dünyanın ilk Katolik Kilisesi Saint Pierre Kilisesi Antakya’dadır. Antakya’ya 2 km uzaklıktadır. Hac dağının eteklerinde yer almaktadır.  Tarihte ilk Hıristiyan (Hristos) adı da Antakya’da bu kilise cemaatine verilmiştir. Bugün St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk mabetlerinden biri ve hac mekanı olarak kabul edilmektedir.
Antakya’nın Selevkoslar döneminde ki kuruluşundan itibaren var olan ve adı “Antik Kolonlu Cadde” olan Kurtuluş Caddesi dünyada ilk ışıklandırılan caddelerdendir. Habib-i Neccar Camii, Sinagog, Katolik Kilisesi bu cadde de yer almaktadır. 
Katolik kilisesi aslında eski bir Antakya evidir. Osmanlı padişahı Abdülmecit’in izni ile kurulmuştur. Kilisenin çok güzel bir bahçesi vardır. Katolik kilisesinde Hatay’ın adeta sembolü olan kilise çanı ile minarenin aynı karede olduğu yerde fotoğraf çektirmeyi sakın unutmayın.
Gaziler evi, Katolik kilisesinin bulunduğu sokak içinde yer almakta. Tipik bir Hatay evinin sergilemek için düzenlenmiştir.
Hz. İsa M.S. 40’lı yıllarda hristiyanlığı yaymak için Antakya’ya havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya’yı (Pavlus) Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya'ya girerken marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır. Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine hristiyan olur. Elçiler halkı da hristiyan olmaya çağırmıştır. Ancak halk bu çağrıya tepki göstermiş ve elçileri öldürmek istemişlerdir. Bunu duyan Habib-i Neccar dağdan şehre gelmiş ve Antakya halkına elçilere uymaya çağırmıştır. Ancak halk onu dinlemek şöyle dursun ölümle tehdit etmiştir. Ancak Habib-i Neccar bu tehditlere kulak asmamış ve elçilere kendilerine inandığını söylemiştir. Halk ise hem Habib-i Neccar’ı hem de elçilere şehit etmiştir.
Habib-i Neccar Camii Anadolu’da yapılan ilk camii olarak bilinir. Antakya , İslam Devleti’nin lideri Halife Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde Bin Cerrah tarafından 636 yılında fethedildiğinde Habib-i Neccar ve İsa’nın iki havarisinin mezarının bulunduğu yerde, bir cami inşa edilmiştir.  Caminin kuzeydoğu köşesinde İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlos) ile onlara ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi vardır. Ayrıca Habib-i Neccar’ın Habib-i Neccar dağında mağarası da bulunmaktadır.
Harbiye Antakya’ya 9 km uzaklıktadır. Burası Antik Çağ’ın ünlü Daphne kentidir. Çağlayanlarıyla ünlüdür. Eski çağlarda da ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılmıştır. O yıllarda bu bölgede çok sayıda villa varmış. Hatta Hatay Arkeoloji müzesinde bulunan mozaiklerin birçoğu buradaki villa ve hamamların tabanlarına aitmiş.
Titus Tüneli; antik çağda burada bulunan iç limanın sellerle birlikte dolması tehlikesine karşı dağın delinerek bir tünel açılması İmparator Vespasianus döneminde başlayıp, Titus zamanında bitirilebilmiştir. 7 m yükseklikte, 6 m genişlikte, 130 metrelik kısmı tünel kanal kalan kısmı ise açık kanal şeklindedir. Bu kanal insan eliyle oyularak açılmıştır.
Beşikli Mağara, Çevlik Kaya Mezarları; Titus tünelinin hemen yanı başında yer almaktadır. Bir kayaya mağara şeklinde oyulmuş mezarlar vardır.
Vakıflı Ermeni köyü; Türkiye’de Ermenilerin yaşadığı tek köydür. İstanbul dışında aktif olarak ibadete açık olan Ermeni kiliselerinden birisi burada yer almaktadır. Köy halkı sadece 30 haneden oluşmaktadır.
Hıdırbey’de bulunan Musa Ağacına ait efsane şöyledir; Hz. Hızır ile Hz. Musa'nın Samandağ'daki buluşmasında sonra, birlikte Hıdırbey Köyü'nün yanındaki Musa Dağı'na çıkmak üzere
yola çıkarlar. Hıdırbey Köyü'ndeki Musa ağacının bulunduğu yere geldiğinde çok susar. Asasını bu ağacın bulunduğu yere bıraktıktan sonra, hemen yanındaki dereye su içmeye gider. Su içtikten sonra
yollarına devam ederler. Asasını suyun kenarında unuttuğunu anlayan Hz. Musa, döndüğünde ise asasının yeşerdiğini ve bir fidan haline geldiğini görür. O günden bugüne, o ağaç Musa ağacı olarak bilinir.

Uzun çarşı Antakya’da alışveriş yapmaktan çok zevk alacağınız yerlerden birisi.  Buradan alabileceğiniz ürünlerden bazıları şöyledir; Kuru kekik, Küflü çökelek, Tuzlu yoğurt, Biber salçası, Baharat çeşitleri, Testi peyniri, Sünme peynir, Nar ekşisi, Kurutulmuş Sebze, Defne sabunu ve bulabilirseniz muhakkak Kömür çukuru pekmezi nam-ı diğer Belen Pekmezi.
Şimdi gelelim Hatay Mutfağına… Tatlılar sonda yenir gerçi ama ben tatlılarını anlatarak başlamak istiyorum. Künefe’nin ana vatanının Hatay olduğunu bilmeyen yoktur. Aslında künefenin dışında da Hatay çok ciddi bir tatlı yelpazesine sahip. Hataylılar küçük porsiyonlar yerine künefeyi büyük tepsilerde yapmayı tercih ediyorlar. Künefeyi anavatanında yemenin tadı bambaşka olsa da ve İstanbul’da yediğim künefelerin hepsi olmasa da Antakya’da yediklerimle boy ölçüşebilecek durumda. Özellikle bir tanesini ekip arkadaşım Gülçin çok beğense de benim damak tadıma hiç uymadığını söylemeliyim.
Balkabağı tatlısı –ki Trakya’da bu bizimde bildiğimiz bir tatlıdır. Özellikle Balkan tarafındaki köylerde kabağı bu şekilde pişirip pekmezin içine koyarlar ki inanın yemeye doyum olmaz. Tatlının yapılışına gelince; süzülmüş kireç suyuna batırdıkları kabakları 1-2 saat bekletiyorlar. Şerbet pişirildikten sonra içine kabaklar konuyor. En son limon tozu ekleniyor.
Mezeyi oldum olası çok sevmişimdir. Hatta şöyle diyebilirim ki benim hazırladığım masalarda ana yemekler hep mezelerin gerisinde kalmıştır. Zaten Antakya’yı bu kadar merak etmemin nedenlerinden bir tanesi de mezelerinin çok ünlü oluşuydu. Öncelikle mükemmel olduklarını söylemem gerekiyor. Hele Harbiye’de yediklerimin üzerine yok. Her gittiğimiz yerde öncelikle masaya turp, maydanoz, tere otu ve kuru soğan, sumak ve maydanozdan oluşan zerzevat adını verdikleri salata geliyor.
Humuslarının neden bu kadar ünlü olduğunu anlamış bulunuyorum. Tahini o kadar kıvamında koyuyorlar ki tahin hem oradayım diyor hem de nohutun benim o çok sevdiğim tadının öne çıkmasına izin veriyor. Humusu hem tereyağlı hem de zeytinyağlı olarak servis ediyorlar. Mezeleri bir havuz haline getiriyorlar ve orasına genelde zeytinyağı ve çok az meze için tereyağlı olarak servis ediyorlar. Humus, tereyağı ve çam fıstığı. Çok iyi bir birliktelik… Biber, kabak gibi birçok sebzenin yoğurtlamasını yapıyorlar. 
Zeytin salatası o kadar lezzetli idi ki anlatabilmem mümkün değil. Gelirken yanıma aldığım zeytinlerle yaptığım salatalarda ise ne yazık ki bu tadı yakalamak çok zor. Kırık zeytin, taze soğan, maydanoz, sarımsak, taze nane, biber salçası, zeytinyağı ve nar ekşisi ile yapılan zeytin salatasını muhakkak denemenizi öneririm.
Ceviz içi, kuru ekmek, baş biber, kimyon, kuru soğan ve biber salçasından yapılan cevizli biberi beğensem de aslında içine sarımsak konuluyor olsa benim damak tadıma çok daha fazla uyacağını söylemek zorundayım. Sarımsaklı olan tariflerine rastlamış olsam da yediklerimin hiç birinde sarımsak yoktu.   
Kaldığım hotelin kahvaltı menüsünde yer alan çökelek salatası artık benim kahvaltı sofralarımın olmazsa olmazı. Gerçekten de taze soğan, domates, salatalık, biber, maydanoz, zeytinyağı ve tabi ki çökelekten oluşan salata hem hafif hem de çok lezzetli. Ayrıca süzme yoğurdun kahvaltıya bu kadar yakışabileceğini hiç düşünmemiştim doğrusu. Oysa Hatay’da kaldığım süre içinde süzme yoğurt benim kahvaltı da en fazla yediğim yiyecek oldu.
Bu kadar çok yoğun kekik kokusu normalde beni çok rahatsız eder. Ancak zahter salatası o çok yoğun kokusuna rağmen bu kadar mı güzel olur. Kekiğin kokusu nar ekşisiyle birleşince ortaya ölümsüz bir lezzet çıkmış.  
Etli kaytaz böreği benim Hatay’a gitmeden önce tadını bildiğim bir lezzetti.  Hazırlanan hamurun üzerine kıyma, soğan, kimyon ve karabiber karışımı konularak pişiriliyor. Küçük porsiyonlar halinde servis ediliyor.
Çiğ köfteyi ortasında kavrulmuş soğan ve kıyma ile servis ediyorlar. Biz tabi ki hemen yeşillik istedik çiğ köfte yemek için. Bize çiğ köftenin yeşillikle yenmeyeceğini söyledilerse de sonuçta tabakta kalan etrafı boşaltılmış kıymalı soğan oldu. Bana çiğ köfteyi o şekilde yemek çok cazip gelmedi doğrusu.
Öğle yemeği için gittiğimiz Kurtuluş caddesinde bulunan restaurantta yediğim tabbule ve fettuş salatalarının tadı inanılmaz güzeldi. Aslen Lübnan asıllı olan bu salataların tadını sanıyorum asla unutmayacağım. Sucuk adını verdikleri bir börek var. Yufkanın üzerine sürdükleri çemenin üzerine kavrulmuş kıyma koyup rulo haline getiriyorlar.  Kesip kesip kızartıyorlar. Ve yoğurt sosuyla servis ediyorlar. Makbule patlıcan ve iç pilavın müthiş birleşiminden oluşan bir yemek. Biraz ağır bir yemek olsa da damağımda bıraktığı lezzet inanılmazdı.
Tabbule kısır gibi aslında ama bu sefer bulgurun içine yeşillik konmuş gibi değil de yeşilliğin içine bulgur konmuş gibi düşünün. Fettuş ise üzerinde kızartılmış yufkaların bulunduğu bir tür salata.
Birçok yerde ana yemek olarak yediğim ali nazik burada meze olarak ikram ediliyor. Abu gannuş, baba gannuş ikisi de mükemmel yapılıyor. Aba gannuşta patlıcan közleniyor, içine soğan, domates, sivribiber, sarımsak, maydanoz ve zeytinyağı konuluyor. Baba gannuşta ise yine patlıcan közleniyor ancak bu kez içine süzme yoğurt, tahin, zeytinyağı, limon konuluyor.  
Taratoru çok sevmem ama Hatay’da en fazla yenen mezelerin başında geliyor. Tahin, süzme yoğurt, maydanoz ve ceviz içinden yapılıyor.
Yumurta öccesi yani mücverin hem görünüşü hem de tadı çok iyi. Bol yeşillikle yaptıkları öcceyi kendisine özel tavalarda pişiriyorlar. İçine koydukları malzemeler ise; yeşil soğan, maydanoz, taze nane, patates  ve un.
Sanıyorum daha sayfalarca yazabilirim Hatay hakkında. Tadı damağınızda kalan yemekler olur ya işte Hatay için aynen böyle hissediyorum. Kesinlikle Hatay benim için yaşanılabilecek yerlerden biri. Çok güzel hatıralarla döndüm oradan. Ve daha gelmeden yaptığım Hatay gezi planlarıyla. Yemekler güzeldi. Sonra sohbetler. Uzun çarşıdan alışveriş yapmak Gülçin’in çocukluk hatıralarına dahil olan kömür çukuru pekmezini bulamamış olsak da çok keyifli idi. Daha ne diyelim ki. En kısa zamanda tekrar Hatay’da gezebilmek, tatlarından tadabilmek dileğiyle….

Katolik Kilisesi, Hatay

















15 Ocak 2011 Cumartesi

İstanbul'a döndüm...

Etrafımda çok sorun olduğu yalan değil. Hayatımın bir sürü değişimlere gebe olduğuda. Birçok insan gibi belki de. Ama İstanbul'a döndüm. Yeni işime başladım. Yeni evime taşındım. Umut doluyum tüm olanlara karşın.
Zaman zaman vapurla geçiyorum karşıya. Başımı vapur korkuluğuna yaslayıp İstanbul'u seyrediyorum ters ışıktan. Vapurlara yarenlik eden, onlarla yarışan martıları seyrediyorum. Karşı açıklardaki sis içindeki gemilere bakıyorum. Rüzgarını hissediyorum boğazın.
Herşeyi başarabilirmişim gibi geliyor. Yaşadığım şehre geri döndüm. Yaşlanacağım yere. Ailemin yanına, dostlar arasına geri döndüm. Hayatımda çok şey değişiyor belki ama ben bir vapurun güvertesinde otururken dünyayı elimle tutabilecekmişim gibi hissediyorum. Şarkının dediği gibi gülüyorum olan tüm kötü şeylere inat.
Umut doluyum Galatayla arkadaşlık eden Neva Şalom Sinagoguna bakarken.
İstanbul'a döndüm.
Şehrime...
Ne olursa olsun hayatımda,
Hoşbulduk İstanbul.
Artık daha güçlüyüm.
Biliyorum.

21 Mayıs 2010 Cuma

İzmir

Bazı tatiller vardır hani kısadır ama öyle bir zamanda çıkmışsınızdır ki günlerce tatil yapsanız bu kadar çok rahatlayamazsınız. İşte İzmir seyahatim böyle bir zamana rastladı. Apar topar çıkılan tatilde geçirilen günlerin hatta saatlerin zevkini nasıl anlatsam ki size. Uzun yorucu ders saatlerinden sonra çıkılan tenefüs gibi mi desem yoksa günlerce kalınan hastaneden eve dönmek gibi mi desem. Çok iyi geldi bize tamda değişikliklerin arifesinde. Dostlarımızla geçirdiğimiz saatlerden ne kadar çok haz aldığımızı yazmadım bile daha .Kısa zamanda ne kadar yer gezdirdi Altancığım bize. Ve o kadar güzel ağırlandık ki ev sahiplerimiz tarafından. Ve minik Elifimiz... Yine oğlumun izin verdiği kadarıyla fotoğraf çektim acele acele. Sanıyorum ki aheste fotoğraflar için biraz da beklemem gerekecek.:))) Yaşadığım mutluluk bende kalsa da yediğim içtiğim dahil fotoğraflar benim nacizane anlatımımla aşağıda sizin okumanızı bekliyor olacak.

Ege bölgesi Trakyanın komşusu ve bizim ailecek en çok sevdiğimiz bölge olduğundan evlenmeden önce sık sık Ege gezileri düzenlerdik. Ege'de gezmediğim yer yok gibi. Ama eşimle bir çok gezi yapmamıza rağmen Ege'yi gezememiştik. Altan bu açığı kapatmak için elinden geleni yaptı sağolsun. 23 Nisan tatilimiz 3 günlükte olsa dolu dolu geçti. Perşembe gece geç vardık İzmir'e. Gece yarılarına kadar nefis İzmir manzarasına karşı edilen sohbetten sonra yarın ki gezimiz sırasında uyumamak için yattık. Ertesi gün istikamet Urla idi. Eşim ve ben Kavak Yelleri hastası olduğumuzdan (gerçi ben son bölümlerini bu kadarda olmaz canım diyerek seyretmiyorum.) ilk önce Su Pastanesini bulduk. Yapılan çekimleri bir kaç dakika izledikten sonra bir u dönüşü yaparak Güzelbahçe üzerinden Urla'ya gittik. Urla sevdamızda Kavak Yellerinden gelmekte. Ancak öğrendik ki Kavak Yelleri Seferihisar'da çekiliyormuş. En azından başladıkları iskeleyi gördüğümüze şükrettik:))) Urla çok güzel bir Ege kasabası. Çeşmealtı'nda o kadar lezzetli bir öğle yemeği yedik ki size anlatamam. Hele hele deniz börülcesi bir harikaydı. Sizin de yolunuz bu taraflara düşerse Ata Balık Pişirici'ye uğrayın derim. Hem salatalar hem deniz mahsülleri enfes hem de garsonların hizmet kalitesi harika. Bir de sormadan geçemeyeceğim bizim eski balık lokantalarının neden şimdilerin balık pişirme evleri ya da pişiricileri olduğuyla ilgili bir fikri olan var mı? Ben geçerli bir neden bulamıyorum da. Neyse enginarın asıl vatanı olan Karaburun'a uğramayacağımızdan Urla'dan enginar aldıktan sonra tekrar yollara düştük. Alaçatı ve eskinin yel değirmenleri, yeninin rüzgar gülleri bizi bekliyordu. Alaçatı'da atılan turdan ve İmren Pastanesi'nde yediğimiz dondurmadan sonra istikamet bu kez Ilıcaydı. Sanıyorum yaşlılığımı geçirmek istediğim yeri buldum. Ve Ilıca'ya aşık oldum. Ege'yi çok gezdiğimi yazmıştım ya başta nedense buraya hiç yolum düşmemiş benim. Tanrı belkide bizi buluşturmak için doğru zamanı bekliyordu bilmiyorum. Ama sahilinden havasına evlerine kadar Ilıca bu gezi boyunca en çok beğendiğim yer oldu. Nerede doğduğuma karar veremedim belki ama burada ölmek istiyorum:))))) Buradan ver elini Çeşme'ye gittik. Ve 1. günü burada atılan bir turla bitirdik.

Ertesi gün bu kez birazda kültür turu yapalım dedi Altan ve bizi Selçuk ve civarına götürdü. Selçuk yıllar önce bıraktığım gibi. Hiç değişmemiş. Tabii oralara gidipte Efes ve Meryem Ana'ya gitmemek olmazdı. Efes'e girişin Türk vatandaşlarına bile neden bu kadar pahalı olduğunu anlayamasam da Efes'i gezmek o senelere gitmek gibiydi benim için. Hızla da olsa büyük bir keyifle gezdim Efes'i. Meryem Ana eskiden olduğu gibi yeşillikler içinde karşıladı beni. Hiçç değişmemişti. İçeride fotoğraf çekilmesi yasaklanmıştı sadece. Oysa ben 1992'de gittiğimde bir çok fotoğraf çekmiştim. Şimdi onları taratıp koyacağım bloğuma. Sonra o yıllarda dileklerin olduğu panoların olduğunu hatırlamıyorum. Ve o gün son olarak Şirince'ye gittik. Meyve şaraplarının memleketine. Şirince o yıllardan bu yana çok fazla hareketlenmişti. Biz o yıllarda gittiğimizde inler ve cinler top oynuyordu. Ama bu halini daha çok sevdiğimi söyleyebilirm. Nerede hareket orada bereket. Ve son gün Kadifekale'yi ziyaret ettiktem sonra İzmir'in ünlü Saat Kulesini görmek için Konak Meydanı'na gittik. Nihayet kumrunun orjinal halini yiyebildim. Ekmeği çok lezzetliydi. Zaten bütün sırrı ekmeğinde. İçine orijinalinde sadece İzmir tulum peyniri, domates ve acı olup olmadığının önemli olmadığı yeşil biber koyuyorlar. Midesi bozulan oğlum bile bayıldı kumruya. Yola çıkma vaktimiz gelmişti ama son bir şey yapmalıydık. Karşıyaka'ya gidip Kumrucu Şevki'de yediğimiz kumrunun ardından yola çıkabilirdik artık. İzmir'in ünlü boyozunu yumurta eşliğinde yemeyi ve erkekler gitse bile Kordon'da sefa yapma işini bir daha ki sefere bıraktık. Nasılsa canlarımız orda olduğu sürece bize daha çokkk İzmir yolları görünür. İzmir Ankara karayolunda yolculuk yapmakta çok eğlenceliydi. Uşak ve Afyon'a uğradık dönüşte. Uşak'tan oğluma Ben-Ten battaniyesi aldık. Afyon'dan ise sizinde tahmin ettiğiniz gibi sucuk ve lokum. Cumhuriyetimizin kazanıldığı topraklardan geçe geçe ve o günleri hayal ederek gittiğimiz İzmir'den yorgun ama mutlu bir şekilde döndük...








20 Nisan 2010 Salı

Ördekler...Babaeski...Özlem....

Yine memleketimi özledim. Ne güzel yeşillenmiştir şimdi. Orada olmak istiyorum artık. Orada yaşamak. Az kaldı yakınlaşmaya. Az kaldı... Bir pazar günü avluda taze demlenen çay eşliğinde, ablamın yaptığı limonlu cheesecake yemek istiyorum yine. Az kaldı gitmeye... Rüyalar mı gerçek oluyor yoksa başka şeylere mi gebe hayatımız bilmiyorum. Ama yaşamak lazım. Hem de köküne kadar. Biliyorum...

Memleketimi çok özledim. Buğday kokusunu özledim. Taze taze çıkan undan yapılan ekmeklerin kokusunu özledim. Babamı özledim ve de annemi. Sonra kardeşlerimi... Memleketimin sakinliğini. Zamanın yavaşlamasını. Tanıdığım kişiler arasında olmayı özledim sonra. Çarşıda tanıdık yüzler görmeyi, selamlaşmayı, anneme selamlar götürmeyi, hiç tanımasam da sırf beni tanıyorlar diye insanları evime davet etmeyi özledim korkmadan.

Babamın torunu seviyor diye aldığı tavukları, kazları ve oğlumun bunları kovalamasını özledim. Taze kopardığı domatesleri üzerini kirletmesine aldırmadan yiyen oğlumun mutluluğunu görmeyi özledim. Gurbette yaşadığım 3 sene anladım ki gurbetlik gerçekten çok zormuş. Ve yaşayanlar bilirmiş. Şükür ki artık sonuna geldim. Çokk şükür. Az kaldı memleketimin 1,5 saat yakınına gitmeye.

Çokkk özledim kırlarda dolaşmayı. Sere serpe yatmayı. Kene korkusu olmadan oğlumu çimenlerde yuvarlanışını seyretmeyi özledim. Kardeşimi özledim sonra. Askerliğini bitirmesine az kalan kardeşimi. Onu Babaeski'de görmeyi özledim. O yokken sanki orası yarım. Hep bir şeyler eksik. Az kaldı diyorum ya. Hem de çok az kaldı.

Ördeklerin resmi geçidini seyretmeye, annemin lezzetli yemeklerinden yemeye, memleketimin güzel havasını içime çekmeye çok az kaldı.
Ama yine de bugün tüm yoğunluğumun arasında bir memleket özlemi sardı her yerimi.
Yazayım dedim geçen sene çektiğim fotoğrafları gördüğümde...
Sonra da oturup bu satırları yazdım işte.
Az kaldı dostlar...
Çokk az...





27 Aralık 2009 Pazar

Çam Ağacının Her Hali... Yeni Yılınız Kutlu Olsun...


2009 nasıl geçti diye sorarsanız, bilmiyorum derim size. Belki de her yıl gibi geçti işte. Hüzünlü, sevinçli, şok haberlerle, aramıza yeni katılanlarla, aramızdan ayrılanlarla, hasretlikle geçti 2009. Belki de diğer tüm yıllar gibi. Büyümüş olmanın, anne olmanın ne kadar zor olduğunu iliklerime kadar hissettim bu yıl. Bittiği için sevindiğim eski yılları özlemle andığım zamanlar oldu.İyi ki geldin dediğim zamanlarda... Kötü olaylar yaşadım, iyiler kadar...Biliyorum aslında bir tek kötü olaylar benim başıma gelmiyor ya da bir tek ben yaşamıyorum hayal kırıklıklarını. Ama bilmek bazı şeyleri değiştirmiyor ya da yaşananları hafifletmiyor tabi. Tüm ağırlıkları sırtımda hissetsemde ben bu bir yeni yıl yazısı olacaktı değil mi?

Tamam işte ta kendisi. Kardeşimi çokkk uzaklara askere gönderdiğim, boğazıma kadar tezimle dolu olduğum, artık haber dinlemeye bile korktuğum ve daha buraya yazamayacağım bir çok nedenden dolayı ancak böyle bir yeni yıl yazısı çıkabilirdi. Dedim ya size 2009 benim büyüdüğüm yıl oldu. Kendimle hesaplaştığım, belki barışırım diye umut ettiğim ama başaramadığım....

Size 2010 ile ilgili iyi dileklerimi ileteceğim elbet. Ama biliyorum fark olmayacak gelenle gidenin arasında. Belki de aratacak kimbilir. Ama yazdım ya size tüm bunlarda hayata dair işte. Belki de son söz şöyle yazabilirim size; yaşananlar yaşandı, yazılanlar yazıldı, acılar, sevinçler, hayal kırıklıkları, yaşadığım şoklar,hasretler hepsi kalbimde. Güle güle 2009 ve hoşgeldin 2010. Umarım iyi hatırlanırsın...

20 Aralık 2009 Pazar

Gitmek...

Gitmek istediğim yalan değil. Arkama bakmadan çekip gitmek istiyorum oğlumu cebime koyup. Hep derler ya dertler tek başına gelemeyecek kadar korkaktırlar diye. İşte yine korktular. Sıra sıra dizildiler şimdi arka arkaya geliyorlar sağolsunlar. Artık bilmiyorum bu akın ne zaman sona erer. Biter mi onu da bilmiyorum. Sadece bu kadar sakin nasıl kalabildiğime şaşırıyorum. Kötü haber almadan geçirdiğim tek günüm yok. Başlangıcı belli aslında. Üzülmek hem de çok üzülmek istiyorsanız hayatta büyük iyilikler yapın. Gerçekten. Hayır hayır yanlış yazmadım. Hatta iyiliğiniz ne kadar büyük olursa o denli üzülüyor ve yıkılıyorsunuz. Çokkk büyük bir bedel ödüyorsunuz.
Ne barındığım eve sığıyorum, ne bütün gün çalıştığım işyerime ne de yaşadığım bu şehre hatta dünyaya. İstediğim tek şey çekip gitmek. Ben hayatı kabullendikçe o bana yeni sürprizler hazırlıyor. Hem de en kötülerinden. Belki de ben yanlış yapıyorum. Hem de en büyüğünden. Bu kadar mutsuz olmak için ne yaptım bilmiyorum. Hayat bana ne zaman gülecek ya da gülecek mi onu da bilmiyorum.....